STUTTGART

[3]

  

Otele eşyalarımızı bırakıp kısa bir süre dinlendikten sonra, fazla vakit kaybetmeden giyinip tekrar dışarı çıktık. Her ne kadar nüfusun %25’i Türk olsa da yabancı bir ülkede olmak ve oradaki yeni yerleri tanımak insanı heyecanlandırıyordu. Bu hevesle tren istasyonunun içinde bulunan bir gazeteciden 5.90 DM’a bir şehir haritası aldık. Ancak bırakın onunla yol bulmayı ya da bir yerlere gitmeyi, nerede olduğumuzu bile zor bulduk.

Haritadan umudu kesince kendi yön duygumuza güvenmekten başka bir çaremiz kalmadı. İçinde bulunduğumuz istasyonun caddeye bakan (ön) tarafında büyük merdivenler vardı. Biz bu merdivenleri kullanarak caddeye indik. Cadde oldukça genişti ancak hemen hemen hiç trafik yoktu. Yani toplu taşıma hizmetleri o kadar gelişmiş ki herkes gideceği yere tren ya da otobüsle gidiyor. Ortalarda seyrek olarak gözüken arabalar ise genelde; Porche, BMW ve Mercedes’in 2000 ve 2001 modelleri.

 

 

Neyse bu geniş caddeden karşıya geçtik ve önümüze bir kaç tane sokak arası çıktı. Biz de, gözümüze en kalabalık gözüken sokağa daldık. Ama şimdi sokak deyince bizim ara sokaklar gibi bir sokak gelmesin gözünüzün önüne, burası resmen İstanbul'daki İstiklal Caddesi gibi bir şeydi. Trafiğe kapatılmıştı ve genişliği belki yine İstanbul'daki Bağdat Caddesi kadardı. Sokağın içi sağlı sollu lüks mağazalar ve yemek yerleriyle doluydu. Zaten daha sonra öğrendik ki orası en meşhur yollardan birisiymiş, ismi de (eğer yanlış bilmiyorsak) “Th. Heuss Str.” ‘miş.

   

 

 

Bu yolda ilerlerken iki şey dikkatimizi çekti. Bir; etraf hakikaten anavatan gibiydi, yani yolda yürüyenlerin büyük bir kısmı “Ben Türk'üm” diye bağırıyordu. İki; etraf Türk kebap salonları ile doluydu, özellikle bu acayip hoşumuza gitti çünkü Almanya’ya gelirken “Acaba farkında olmadan bize domuz eti yedirirler mi?” diye düşünüp durduktan sonra güvenebileceğimiz bir yerde yemek yiyebilecektik. Şimdi bu iki faktörü toplarsak ortaya şu sonuç çıkıyor : hiç yabancı dili olmayan bir Türk rahatlıkla oraya gidip yaşayabilir.

 

 

Bunca kebapçı gördükten sonra bizim de karnımız acıkmaya başladı ama hava kararmadan mümkün olduğunca yer görmek istiyorduk, sonuçta zaten bir iki günlüğüne gittiğimizden bu saatleri değerlendirmeliydik. Ara sıra mağazalara girip vitrinlere bakındık, aslında iki ülke arasında çeşitlilik açısından çok fazla fark yoktu, ayrıca fiyatlar Türkiye'deki ekonomik krizden sonra ciddi anlamda pahalı geliyordu. Bu nedenledir ki en ufak bir şey alırken bile elimiz titredi.

Bu ana sokakta ilerlerken meydan tarzı büyük bir açıklığa geldik. Sol tarafımızda devasa bir bina ve önünde de bazı heykeller duruyordu. Binanın önündeki büyükçe bir alan çimlerle kaplıydı ve ortada da fıskiyeli havuzlar vardı. Tahmin ediyoruz ki çoğu lise öğrencisi olan bir çok genç çimlere sere serpe serilmiş bir şeyler yiyip, muhabbet ediyorlardı. Daha ilginci etraf inanılmayacak kadar temizdi! Yani ne bir kola kutusu, ne de bir sakız kağıdı. Fazlasıyla imrendik vallahi.

 

  

Büyük Fotoğrafları Görmek İçin Aşağıdaki Ufak Resimlere Tıklayın

 

     

  

Oradaki banklardan birinde oturan iki yaşlı amcaya (Türk olduklarını ilk bakışta anlayarak direk Türkçe konuşmaya başladık) sorduğumuz sorular sonucunda, bu yolun en meşhur cadde olduğunu, önümüzde duran büyük binanın belediye binası olduğunu ve en iyi yemek yerlerinin nerede olduğunu öğrendik. Sonra da dolaşmaya devam ettik, o kadar çok yere girip çıktık ki bir yerde acaba “sağa doğru mu gidiyorduk yoksa sola doğru mu?” diye düşünürken yolun iki ucunda birer kulenin gözüktüğünü fark ettik. Birisi Saat Kulesiydi ki bu tren istasyonunun tepesinde yer alıyordu, diğeri ise Bosch’un kulesiydi (üzerinde Bosch yazan bir kule). Bu sayede daha fazla karışıklık yaşamadık, kaybolduk mu hemen kuleyi takip ediyorduk.

 

 

 

Artık ciddi şekilde acıkmaya başladığımızda bize tarif edilen yemek yerlerine yöneldik. Bir süre sonra yine kalabalığın olduğu bir mekana geldiğimizde sağdaki ara sokağın içerisinde aradığımız kebapçıyı bulduk. İsim vermekte hiçbir sakınca görmüyoruz çünkü muhteşem dürüm dönerlerini, eğer olur da oradan yolunuz geçerse mutlaka yemenizi tavsiye ediyoruz. Gittiğimiz yerin adı “Beykebab”, bir aile işletiyor orayı ve inanın biz İstanbul’da bu kadar iyi dürüm yemedik. Haa bir de kendi imalatları olan nefis ayranın da hakkını yememek lazım. Biraz fiyat bilgisi de vermek gerekirse dürüm döner 6.50DM ve ayran da 2.00DM. Yani bir kişi rahatlıkla 8.50’ye doyabiliyor. Ama tabi burada doymak kelimesini kullanmak orayı işleten Usta ve Mama ‘ya haksızlık olur, daha doğru olan kelime “ziyafet” olmalı. Buradan Beykebab sahip ve çalışanlarına da selam gönderiyoruz.

 

 

Artık akşamüstü olmuştu, karnımız doyduktan sonra artık daha belirgin bir yorgunluk hissediyorduk. O günlük yeteri kadar gezdiğimizi düşünerek otele geri döndük. Ama yolda gördüğümüz ilginç manzaralardan biri eski bir geçidin/yolun kapatılarak “Kaykay Merkezi” haline getirilmiş olmasıydı. Bir sürü genç, genelde filmlerde gördüğümüz akrobasi hareketlerini yapıyorlardı. Gençlerin duvarlara çizdiği rengarenk grafitiler ise tam anlamıyla birer sanat eseriydi. Bazı resimler o kadar güzel ki insan bunların belediyenin marifeti olduğunu düşünüyor. 

   

 

 

Bizim anlamadığımız nokta ise Alman gençleri duvarlara sanat eserleri çizerken bizimkilerin (ne yazık ki) neden sadece “Ali Ayşe’yi Seviyor.”, “Deli Yürek...” ya da “Babam Sağ Olsun” gibi şeyler yazdığıydı.

 

 

 


İÇİNDEKİLER

Sayfa 1

Sayfa 2

Sayfa 3

Sayfa 4

Sayfa 5


 

Diğer yazılarımızdan ve gelişmelerden haberdar olmak istiyorsanız lütfen TIKLAYIN

Düşüncelerinizi, önerilerinizi, isteklerinizi, bilgi ve görüşlerinizi bizimle paylaşmak istiyorsanız lütfen TIKLAYIN

 

© 2002

www.1de1.com